12 Ocak 2014 Pazar

                                                  

                                                İYİ Mİ YOKSA KÖTÜ MÜ


      Öncelikle şunu söylemeliyim ki bunları bir keş sıfatıyla yazmıyorum( ki öylede değilim.). Benim yapmak istediğim tek şey insanların ön yargılarını kaldırmak.

      Sormak istediğim ilk soru, insanlar neden marijana kullanır. Bunun iki cevabı vardır ya daldıkları hayal alemleri çok hoşlarına gidiyordur yada tedavi amaçlı.

      İnsan önce sudan çıkmış, sonra emeklemiş, sonra yürümüş, sonra kafayı çekmiş. "Ot" kullanımı neredeyse insanlık kadar eskidir. Amerika'da marijuana, Jameica'da ganja, ve dünyanın hemen hemen kalan her yerinde hashas olarak bilinen bu bitki bir çok şairin, yazarın, müzisyenin ve ressamın ilham perisi bir çok hastalığında dermanı olmuştur. Bilindiği gibi bir çok ağrı kesici de kullanılıyor. Bunu yanında psikiyatrik  tedavide kullanılır, göz tansiyonu tedavisi için -bizim ülkemizde olmasa da- yurt dışında baş vurulan ilk tedavi yoludur, ve belkide mucizesini en iyi gösterdiği şey lösemidir. Lösemi hastalarına(bu Amerikada yapılmaktadır ve yaygın olmasa da yasaldır) marijuana, yağ ve alkolden oluşan bi karışım verilir (bu karışımın %75'i otdur bu arada) ve bu karışım kanserli hücrelere yapışarak onları da çalışmaya zorlar ve bu kanserli hücreler çalışmaktan çoğalamayacağı için ömürlerini çalışarak tüketip bu dünyadan göçüp giderler. Tada-daa ve sağlıklısınız. Ben kendimde lösemi hastalığı atlatmış bir insanım umarım bunun benim için ciddiyetini anlamış ve dalga geçmediğimi fark etmişsinizdir.

      İşin ruhani boyutuna geçersek karşımıza şamanlar ve Dalphi kahinleri çıkar. Biri Orta Asya'da öteki Atinanın biraz üst taraflarında aynı şeyleri kullanarak geleceği tahmin etmeye çalışmışlardır, ve çoğu zaman başarmış yada başardıkları sanılmış olacak ki büyük saygı görmüşlerdir. Bunun dışında insanın hayalgücü kapılarını sonuna kadar açan bir şeydir bu meret. Evrenin sırrını keşfedenler mi dersin, tanrının öldüğünü idea edenler mi yoksa bi resim çizip bi şarkı yazıp tatmin olmanın doruklarına varanlar mı. Divan edebiyatında bir çok şair kafayı çekip rubaileri nakış gibi işlemiş ve şiirleri padişahların dillerinden dökülüp onurlandırılmıştır. Ayrıca Van Gogh'dan Picasso'ya, Salvador Dali'den Da Vinci'ye kadar bir çok ressam dumanlı kafayla ya çizmiştir yada hayal etmiştir. Bunun dışında bir çok country şarkıcısı bununla beslenmişlerdir malum o zamanlar Hippilik yılları. Ama bana göre bu işi en iyi yapanlar Pink Floyd'dur adamların ismi dünyada bu işlerle anılıyor. Hele birde Set the Control for the Heart of the Sun diye bi şarkı yapmışlar ki ruh haline göre seni ayık kafayla bile kabuslara da sürükleyebilir bunu yerine en heyecanlı rüyalarını da yaşatabilir.

      Tıbbi araştırmalar gösteriyor ki ot bağılılık yapmayan bir madde ve İngiltere de "The Lancet" tıp dergisinin yayınladığı araştırmaya göre tütün ve alkolden çok daha zararsız, ha içtikten sonra ayağını arayan insanlar olur onları çok gördük ama o da Allahın emri artık hayalgücünü çalıştırdığı içindir. Ayrıca açıkcası ben şimdiye kadar ne ot yüzünde öleni duydum gördüm nede alkol almış gibi taşkınlık yapanı gördüm. Belkide tek kötü etkisi gülmekten karın kaslarınızın ağrıması.

      Gelelim bu mereti neden yasaklıyorlar. Biliyorsunuz bu kenevir bitkisinden elde edilen birşey ve kenevirin asıl kullanılış yeri tekstil sanayisi. 1920 dolaylarında America'da pamuk üretimi artıyor ve hızlanıyor, pamuğun karşısında da en büyük rakip kenevir. Bunun üzerine Amerika ve onun yardakçıları liderliğinde " Kenevirden haşhaş yapıyorlar çocularımıza satacaklar! " sözleriyle bir keneviri yasaklama furyası başlıyor ve buna ne yazık ki bir çok ülke kanıp kenevir ve kenevir ipi üretimini büyük ölçüde azaltıyor ama bu pamuğa yüklenilmesine ve daha sonra örneğini bizim ülkemizde de gördüğümüz gibi pamuk tarımının bitmesine ve Amerika tekeline geçmesine neden oluyor. Ayrıca haşhaş kullanan insanın çoğu şey umurunda olmaz, yanlış anlamayın ahlak değerleri değişir zayıflar veya yok olur demiyorum sadece daha rahat ve umarsız biri olur ve bu insan profili bağımsız insandır ve hiçbir hükümet böyle bir yönetilecek kitle istemez.

      Evet dostlar sevgili yurttaşlar bu meret genele olarak budur ve bu yazdıklarım başka hiç bir uyuşturucu maddesi için geçerli değildir. Yanlış anlamayın size kullanın ve ya deneyin demiyorum ama gözünüzde tüm kötülüklerin anası noktasına getirmeyi veya aynı şey sanmayın. Bir daha ki görüşmemize kadar sağlıcak ile kalın

24 Ocak 2013 Perşembe



                                Nietzsche’nin Sırrı


  Dünya üzerindeki çoğu kişi Nietzsche’nin tanrıya olan inkarını, tiksintisini ve belki de korkusunu bilir. Bu bana her zaman garip gelmiştir, çünkü hiçbir düşünür tanrı hakkında bu kadar yazıp çizmemiş onun varlığını veya yokluğunu bu kadar savunmamıştır. Tanrı hakkında o kadar çok şey söylemiştir ki bir süre sonra diğer konular hakkında ki görüşleri önemsiz kalıp geri plana itilmiştir.
  Elbette her düşünürün yapması gerektiği gibi, düşünmesi ve cevaplaması gereken şeyler vardır ve elbette ki bunu yoldan geçen herhangi biri gibi yapamaz, üstünde yoğunlaşması gereken bir konu seçmesi zorunlu değildir ama her kişinin yaptığı gibi( yoldan geçen herhangi biri de dahil) elbette bir konuya diğerlerinden daha fazla önem verecektir. Beni asıl düşündüren şey ise tanrıya ve kiliseye duyduğu merhametsizlik ve sivri dili.
  Tanrı hakkında o kadar çok kötü söz söylemiştir ki onu yok saymanın dışında öldüğünü ilan etmiştir. Bu yüzden insanın yapması gereken şeyler listesinden tanrı adına ne varsa çıkartıp insanın kendini Dünya’ya adaması gerektiğine inanmıştır. Ona göre insan yaşamı sürekli ters çevrilen bir kum saati gibidir. Hayatı son buldukça dünyaya geri yollanacaktır. Bunları söylediği dönemde çok umursanmasa da, ünlendikten sonra özellikle ölünce çok yankı uyandırmıştır.
  Tanrıdan hoşlanmadığı kadar Hristiyanlık’tan  tiksinmektedir. Ona göre son Hristiyan  çarmıhta ölmüştür. Hristiyanlık insanlığın kültür ve bilgi mirasını yok eden bir oluşumdur. Ona göre kilise her şeyden önce insanlığı ortaçağda Grek ve Roma miraslarından mahrum edip dahası onlara cennetten arsa satacak kadar ileri gidip insanları ve insanlığı aptal yerine koymuştur. Hatta bir keresinde İncil için şöyle demiştir “ Bir kişi İncil’i tutarken dikkatli olmalıdır, zira onun içinde tüm pisliklerin kaynağı doğmuş ve onları dışarı salmaktan çekinmemiştir.” Hristiyanlığa inanan insanlar için “ …zayıf ve hastalıklı…” kelimelerini kullanmıştır. Onun için insan dünyaya çile çekmek için gönderilmiştir


  Benim mantığım ise birazdan  söyleyeceklerimin doğruluğunun ihtimaline bile izin vermiyor- özelliklede Nietzsche’nin  diğer düşüncelerini de bilirsek- ama nedense böyle olduğunu hissediyorum. Bu yazacaklarım tamamen duygularla alakalı.

  Nietzsche tanrıya kızgındır, ona bir kardeşin abisine küstüğü gibi, annesinden azar yemiş bir çocuk gibi küstür. Çünkü bir papaz olan babasını ondan tümör gibi insanın beynini ve düşünmesini sabote eden bir hastalık yoluyla almıştır. Üstelik tümörü gizleyerek tedavi olmasını engellemiş ve umutlarını kırmıştır. Belki de kendisinin de düşünmesi engellenerek öleceğini hissetmiş ve bunun da etkisi olmuştur. Gençliğinde düşünüp yazdıkları yüzünden annesi bile ona küsmüştür ve bunun da bir etkisinin olabileceğini düşünüyorum.

  Nietzsche eğitimlerini hep dini yerler de( kilise okulları gibi) almıştır ve bir papaz olan babasının da etkisinde kalarak her zaman tanrıyla iç içe yaşamıştır, bu yüzden tanrıyı gönülden inkar edeceğini sanmıyorum. Ama ona olan öfkesinin altında kalarak onu karalamaya çalışmış olabilir (Yanlış anlaşılmak istemem, burada tanrıyı veya onun varlığını sorgulamıyorum onu ilerleyen zamanlarda da yazacağım burada sadece Nietzsche’nin düşüncelerinin arkasında hissettiğim şeyi yazıyorum).

2 Ocak 2013 Çarşamba

                            Theseus ve Gemisi


  Zamanın antik filozoflarınıın ve şimdiki filozofların bir kısmını birbirine düşüren tarihin ilk beyin fırtınalrı yaratan sorusu hakkında bu gün bir düşünce girişiminde bulunacağım. Fakat önce sizinde hikayeyi bilmeniz ve benimde kafamda temize çekmem için olaylara tekrar ilahi bakış açısıyla bakalım...
 
  Herkes Zeus'un dev Gigantları yenmek için yapmak zorunda olduğu(!) oğlu, ünlü Herkül(roma:hercules, greek:heracles)'ü duymuştur. Antik Yunan'ın gelmiş geçmiş en güçlü canlısı devlere korku salan, devasa sürüngenlere deliklerine dönmeleri gerektiğini hissettiren, cyclopların tek gözlerini de morartmaktan zevk alan tarihin en büyük kahramanlarından biri- veya halkın böyle bir kahramana ihtiyaçları olduğunun işareti- .

  Herkül'ün, elindeki çocuklarının ve sevgili karısının kanını temizlemesinin tek yolu olan korkak kuzeni için yapması gereken 10 görevden biri (daha sonra çeşitli sebeplerden ötürü 12ye çıkmıştır) ünlü Girit(Maraton) boğasını yakalamaktı. Bu boğa bizim için çok önemlidir çünkü bu boğa bizim hikayemizin dolayısıyla sorumuzun temel taşlarından birini oluşturacak olan öğenin babasıdır. Herkül görevini yerine getirdikten sonra boğayla işi kalmamış o da boğayı çayıra çimene salmıştır. Fakat sahipsiz kalan boğa tekrar ana yurduna(Girite) dönerek orada ortalığı yıkmaya devam etmiştir. Bu boğayı gören Girit kraliçesi boğaya aşık olur ve onunla beraber olabilmek için düşünmeye başlar. Düşündükten sonra aklına tek bir olur yol gelir ve soluğu Deadalus'un atölyesinde alır. Deadalus öyle büyük bir alimdir ki elinden gelmeyen iş yoktur. O bir heykel traş, ressam, yazar, mucit ve bestekardır-ki bence Leanardo Da vinci ile bir sürü ortak özellikleri vardır- bunu bilen Kraliçe ise yardım istemeye tabikide ona koşar. Böyle bir iş Deadalus için çocuk oyuncağıdır. Bir öğleden sonrasını feda ederek Kraliçeye yardım eder ve Kraliçenin istediği olur. Fakat bir terslik vardır. Kraliçe bu yasak ilişkiden hamile kalır ve yarı insan yarı boğa olan Minatourus'u dünyaya getirir. Kral Minos buna ne kadar sinirlensede Minatourus'u öldürmeye cesaret edemez ve onu Deadalus'a yaptırdığı bir labirente hapseder, Kraliçe ilgili bilgilerimiz ise buraya kadar sınırlıydı.

  Girit Kralı Minos yapılan bir savaşta Atina'yı yener ve onları vergiye bağlar, Atinalıların ödemesi gerek vergi ise 7 delikanlı ve 7 genç kızdır, Minos bu "haraçları" Minotourus'u beslemek için kullanır. İşte hikayemizin bu kısımlarında Theseus, babasının Poseideon mu yoksa Atina kralımı olduğu konusunda bir türlü hem fikre varılmayan Yunanistanın en büyük ikinci kahramanı ortaya çıkar. Uzmanların aksine o babasının Atina kralı olduğuna karar vermiş olacak ki hakkı olanı almak için Atinaya gider ve babası da onu bağrına basar. Fakat daha sonra haraç olaylarından haberi olur ve bu onun hiç hoşuna gitmez. Zira eğer bir gün kralı olacaksa bu onun halkının rafah seviyensinden sorumlu olduğunu gösterir.

  Haklın karşısana çıkar ve kendisininde bu şehrin bir delikanlısı olduğunu ve seçimlere katılmamasının halka haksızlık olacağını söyelrek seçimlere katılır. İster talihsizlik ister talihin cilvesi, istersenizde  şans eseri deyin ama o yedi gencin arasına seçilir ve giderken halkına söz verir Minotour'u öldürüp herkezi bu dertten kurtaracağına dair. Fakat giderken babası kolundan tutar ve seslenir "Gitmene mani olmam ama bari bana önceden  haber ver. Eğer başarılı olursan eve dönerken siyah yelkenleri beyaza çevir de öyle gel ama eğer olamazsan, eğer dönemeyecek olursan söyle kaptana yelkenlere dokunmasın.". Theseus babasına söz verir ve yola çıkar.

  Atinaya vardığında ise Minos'un önce misafiri olur. Minos onu, halkıyla aynı kaderle yüzleşmeyi kabul etmiş biri olarak huzuruna çıkartır ve onu tören vaktine kadar misafir eder. Fakat bu misafirperverliği ona pahalıya patlayacaktır. Çünkü bu süre zarfında kralın büyk kızı Adriadne ve Theseus yakınlaşırlar ve birbirlerine aşık olurlar ve Adriadne Theseus'a yardım etmeye karar verir, ona kendi dokudğu bir ip verir labirentte kaybolmaması için. Bu ip gerçekten de işe yarar ve Theseus içeride Minatorla karşılaşıp onu yener( boşuna kahraman olmuyor) ve ip sayerinde tekrar dışarı çıkar. Çıkınca Adriadne'yi de alarak kaçar ama bir takım kehanetler üzerine Adriadne'yi istemeyerek bi adada bırakır.

  Tüm bu olan olaylar sonrasında kafası allak bullak olan Theseus geminin yelkelerini değiştirmeyi unutur ve istemeyerek de olsa babsının ölümüne yol açar. Çünkü babası biricik oğlunun yolunu gözlemektedir ve gemileri siyah yelkenle görünce bı acıya dayanamayarak intihar eder. TheseusAtinaya vardığında tüm halkın bayram yapması yerine ağlarken bulunca onları azarlar fakat gerçeği öğrenince  yas ilan eder, bu arada kendini denize atan kralın adı Aegeoustur yani Ege( ing: Aege). Ege denizi adını bu kraldan almaktadır. alk ise Theseus'un gemisini alıp müzeye koyar. Fakat yılar geçtikçe gemide çürümeye başlar her çürüyen parçanın yerine yenisi takılır ve öyle bir gün gelir ki, gemideki hiçbir parça bir çivi bile orjinal değildir.

  İşte sorumuz burada cereyan ediyor.

  Bu gemi hala Theseus'un gemisi midir? Buna verilen iki cevap vardır: Evet ve hayır.

  Evet diyenler geminin işlevi ve maneviyatı hala aynıdır o yüzden bu gemi hala Theseus'a aittir, derler.

  Hayır diyenler ise materyalizimi ön plana çıkarırlar. Theseus'un tuttuğu dümen o dümen değil, yürüdüğü tahta aynı tahtalar değil, diyerek karşı çıkarlar.

  Benim oyum ise birincidn yanadır.

  Bu durumda ikinci bir soru daha çıkmaktadır.

  Eğer eskiyen parçalar atılmasa ve bir köşede toplanıp yeniden inşa edilse bu gemi Theseus'un gemisi olur mu?

  Buna da iki cevap vardır.

  Hayır diyenler o kadar işlem gördükten sonra o parçalar eski gemiye ait olamzalar, diyerek karşı çıkarlar.

  Evet diyenler ise durumu Theseus'a bağlar. Eğer o eskisi gibi hissederse aynı gemidir, hissetmesse değildir.

  Ben ise hem hayır hem evet diyorum. Eğer Theseus bu benim gemim derse durumu koşulsuz şartsız kabul edebilirim ama her hangi bir söz söylemezse hayır derim, çünkü bence de o kadar işlem gören bir nesne aynı kalmaz.

  Bu yazımda ki yanışlarımı görebilmek ve düzeltebilmek umuduyla bırakıyorum. Umarım size kendimden bir şey katmışımdır..

31 Aralık 2012 Pazartesi

Bilgi ağacının meyvelerine dokunmak açık bir biçimde yasaklanmıştır. Böylece, kendini anlama yeteneğinden tümüyle mahrum kalacak insanın, ebediyen bir hayvan olarak kalması, edebi Tanrısı, yaratıcısı ve efendisi önünde hep dört ayak üstünde sürünmesi istenmiştir. Ama bu noktada, Şeytan, edebi isyancı, dünyanın ilk özgür düşünürü ve insanlığın kurtarıcısı sahneye çıkar. O, insanın kendini hayvani cehalet ve itaatinden utanmasını sağlar, onu kurtarır, itaatsizliğine ve bilginin meyvesine yemeğe zorlayarak, alnına özgürlüğün ve insanlığın damgasını vurur...   

 Bakunin'den yaptığım bu alıntıyı bir kaç yıl önce de bir yerde okumuştum, o zamanlar bunun üzerinde düşünme ihtiyacı hisetmemiştim ama artık bu ihtiyaç, sorumluluk duygusu olarak da adlandırabileceğim kadar güçlü bir hale geldi.

 Hayatımın hiç bir döneminde inaçlı bir insan olmadım. Bu inancı Tanrı'ya olarak yorumlamayın, bahsettiğim şey aynı zaman da Şeytan, Buddha ve benzeri şeylerdir. Mistiklik ve insan zekasıyla açıklanamayan olayları okumak bana her zaman zevk versede bunlaar benim için her zaman bir yatak vakti hikayeleri olmaktan öteye geçmedi. Bunu hiç bir zaman bir uğraş olarak değil bir zaman değerlendirme aracı olarak gördüm. Ama artık bunu kendim için değiştirmek istedim.

 Bakunin'i bu yazısıyla ele alırsak Tanrıyı küçültüp Şeytanı yüceltmiş gibi gözüktüğünü hatta "satanizim"e doğru meyletiğine kanaat getirebiliriz, ama sadece bu yazısıyla konuşursak bu onun için büyük bir haksızlık olur. Çünkü Bakunin asıl emeli Tanrının ve dinlerin bir palavradan ibaret olduğunu savunmaktır. Bunu uygulama yöntemleri ise değişkendir. Tanrıyla uğraşmak istediğinde Şeytanı kulanır, Katoliklerle uğraşmak istediğinde ise Ortodoxları, Hıristiyanlara karşı İslamı, İslama karşı Buddhanın 8 aşamalı öğretisini, dine karşı dinsizliği.